Deneyimsel Tasarım Öğretisi Seminerleri Hakkında Düşüncelerim
Bu hayatta her insan mutlu ve başarılı olmak ister…
Bunun için,
- Sevdiği insanla yuva kurmak,
- Bir sınavda başarılı olmak,
- Hayalini kurduğu mesleği yapmak,
Bu hayatta her insan mutlu ve başarılı olmak ister…
Bunun için,
Yeni alınmış sarı iplikten örülen kazağı giyerken "Babaanneee kafamı sıktı!" diye ağladı Buse. Babaannesi daha fazla çekiştirmenin bir işe yaramayacağını anlayıp kazağı Buse'nin kafasından çıkarıverdi. Eliyle biraz kontrol ettikten sonra "Olmayacak bu şekilde, koca kafalı kızım." diye bir de söylendi. Buse kafasının büyüklüğüne mi, kazağın olmayışına mı üzüleyim diye düşünürken, “Hallederiz evladım üzülme." derken bir yandan da kazağın boynunu tekrar Buse'nin kafasına hizaladı. Birkaç defa bu hareketi yaptıktan sonra genişleteceği yere işaret koyarak diğer odaya gitti.
Buse, babannesini beklerken dikkatini çekyatın sırt kısmındaki ahşap kapaklar çekti. Babaannesi hazır gitmişken onlarla oynamaya başladı. Kapağı bir yere kadar getiriyor sonra bir anda bırakıyordu. Tak diye bir ses çıkıyor, sonra tekrar aynı şeyi yapıyordu. Aç kapa yaparken bir anda gözüne lacivert üzerinde kurabiyeler olan bir kutu ilişti. Daha önce görmediği büyüklükte kocaman bir kutu. Kurabiyelerin burada ne işi vardı? Babaannesi yatakta yiyecek yenmesine bile izin vermezdi. Böyle bir kutuyu kumaşların olduğu bir dolaba da koymazdı. Kurabiyelerin burada durması hayra alamet değildi.
Bizim ailelerimiz çok yanlış şeyler yaptı canım.”
“Çocuk öyle mi yetiştirilir hiç?”
“Bizi karşılarına alıp konuşmadılar, duygularımızı
önemsemediler, ailede söz sahibi olmamıza izin vermediler.”
“Tabii, bizim nesil çok daha bilinçli ebeveynlik
yapıyor.”
“En önemlisi çocuklarla konuşmak, onlara anlatmak,
duygularını yaşayabilmelerine izin vermek.”
“Bir de tabii unutulmamalı ki ceza ile çocuk
yetiştirilmez, çocuk üzerinde travma oluşturan yöntemler bunlar.”
“Günümüzde hangi çocukta tablet, telefon yok ki, arkadaşlarından geride kalmış hissederse travmatize olur.”
Diye uzayıp giden cümleler silsilesi…
Dediklerinin aksine yedikçe yiyesi geliyordu, içtikçe içesi, aldıkça alası. ”Hah tamam oldu.” dediği bir an bile olmadı. Hep bir eksiklik vardı ve onu tamamlamak ile geçirilen zamanlar. Hiç bir kahvenin tadı kokusu gibi değildi. Hiç bir eğlence düşündeki gibi değildi. Hep azdı işte ve hep daha fazlası ile doyurulmaya çalışılan koca bir delik vardı içinde. Ve sanki her konulanla daha da esneyen bir delik. Her konulanla boşluğu daha da artan!
”Tüm bunları idare etmek de ayrı bir çaba. Yerleştir, kombinle, onar, eskidi at, yerine yenileri. Ne bitmez ne beyhude bir çaba. Bunun için gelmiş olamam bu dünyaya. Sadece daha iyilerini almak, kombinlemek, saklamak, istiflemek, atmak. Bundan ibaret olamaz hayat.” diye düşündü her geçen gün içinde artan mutsuzlukla.
***
Deneyimsel Tasarım Öğretisi, geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, geleceğimizi tasarlamaya yönelik stratejiler üreten bir bilgi topluluğudur.
İnsanın daha mutlu, daha başarılı, daha iyi ilişkilerinin olması için yöntemler sunar.
"Kim Kimdir", "İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" Programları ile bu amaca katkı sağlar.
Deneyimsel Tasarım Öğretisinde anlatılan tüm bilgiler, gerçek bilgiler olup, tüm zamanlar, tüm konular ve tüm insanlar için geçerlidir.
***
Arama
kayıtlarında en son arananlar listesi. Evet evet yanlış duymadık! Son
zamanlarda hayatında neler olup bittiği, isteklerin ne olduğu ve neye konsantre
olduğunun işareti desek! Kulağa tuhaf geliyor değil mi?
Günlerin,
yaşamın hızlandığını söyleyip durduğumuz bir dönemdeyiz. Artık iletişime geçmek
de çok hızlı. İhtiyaç duyduğumuz çoğu şeyi bir tuşla yakınlaştığımız bir
dönemdeyiz.
Handan, yine bir pazar sabahı, kahvaltı sonrası
odalarındaki tavana boş boş bakarken bulmuştu kendini. Her zamanki gibi gelen
davetleri kabul etmemiş, türlü bahanelerle hepsini geri çevirmişti. Kendisi de
bir yere gitmek istemediğinden evde bir başına kalakalmıştı. Oysaki o kadar
kişiyi reddettikten sonra mutlu olacağını düşünmüştü. Hayır mutlu değildi,
görünen o ki bu durum onu içinden çıkamadığı bir girdaba sürüklemişti.
Bu gidişat zamanla hayatının genel bir duruşu
haline gelmişti. Artık arkadaşları ona sormadan planlar yapıyor, ondan gizli
buluşup görüşüyorlardı. Uzun zamandır bunu yapmalarına rağmen bundan da
rahatsızlık duymuyorlardı. Çünkü Handan'a sorduklarında o her defasında ya
zorluk çıkartıyor ya da reddedip onların da heveslerini kaçırıyordu.
Akşam yorgun
argın eve girdiler. Anne:
- Hadi yavrum duşa
gir de yat. Çok geç oldu.
Zeynep:
- Çok yorgunum
anne direkt yatsam olmaz mı?
Esra yine
kıyamadı kızına:
- Tamam, hadi yat
yarın sabah alırsın duşunu.
Haftanın her günü aynı terane. Sabahın köründe okula giden Zeynep okulun ardından da kurslara taşınıyordu. Müzik için piyano dersine gidiyordu. Esra kızının mutlaka bir enstüruman çalmasını istiyordu. Dost meclislerinde şöyle canı istediğinde geçsin piyanonun başına çalsındı en güzel melodileri. O da keyifle dinlesin kızını.
Ayşe
ile Zeynep aynı kurumda çalışan iki arkadaştı.
İkisi de işini iyi yapmayı seven, özverili çalışkan
iki arkadaştı. İkisi de kendisinden önce etraftakilerin ihtiyacını gidermeye
çalışırlardı. Çalıştıkları alan çok yoğun, sirkülasyonun çok olduğu bir yerdi.
Buna rağmen ikisi de şikayet etmez, işlerini ellerinden geldiği kadar iyi yapmaya
çalışırlardı.
Zeynep ilerleyen zamanlarda işte biraz dengeyi
kaçırmaya başlamıştı. Herkes işini bitirince dinlenir ama onun işleri hiç
bitmezdi. Kendine merhameti hiç yoktu.
İşini çok iyi yapmaya çalışırdı ama mükemmel olacak
kadar.
Aslında ne kadar çabalasa da mükemmel olamayacağını
bilmeden...
Yüzüne
gelen sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini araladı. Aslında çoktan uyanmıştı ama
yatakta dönüp duruyordu. Damda gezinen kumruların seslerini dinliyordu.
Kuşlar öyle güzel
"guguuug gug" diyorlardı ki onların sesi bir
mutluluktu.
Babaannesi
öyle geç uyanılmasını sevmezdi. Güneş yakmadan kalkılacak, kahvaltı
yapılacaktı. Kumruların sesinin yerini çayın kokusu almıştı. Sonrasında da kulakları
rahatsız eden, şu bulutlarda gezinen Merve'yi uyandıran ses:
-Merveeee
hadi kalk kızımmm…
Merve hareket etmeden duruyor, zaman kazanmaya çalışıyordu. Bu anın uzamasını temenni ediyordu. Temenni ediyordu çünkü birazdan yeniden seslenileceğini biliyordu.
-Merveee hadi kalk ekmek alman gerek, bir de peynir... çok uyudun...
Öğretmenlerini sabahları kapıda görmeye alışmışlardı. Kimisi en enerjik haliyle “Günaydııın Öğreeetmeniiiiim!” diyerek kimisi de gözlerini yere kaydırarak sessizce içeri geçiyordu. Henüz 5 yaşını bile doldurmadıkları halde beslenmelerini, eşyalarının tüm sorumluluklarını alıyorlardı. Öğretmenlerinin isteği buydu.
Halbuki okula ilk başladıklarında böyle miydi? Çocuklar ayakkabılarını giymek bir yana, çiftlerini yan yana getiremiyordu. Beslenme alanına gitmek için sıraya girmeleri bile dakikalarca sürüyordu.
Ramazan ayının son günleri gelmekteydi. Pelin ve ailesi son
günleri misafirlerle taçlandırmak istemişti. Geniş aile olarak yapacakları bu
iftar için bugün seçilmişti. Pelin ve annesi için o gün yoğun başlamıştı. Pelin
temizlik yapıyor, annesi yemek hazırlıklarına başlamadan market listesi
hazırlıyordu.
Kaç kişi oldukları hesaplandı, alışveriş yapıldı, yemekler
hazırlandı…Derken misafirler yavaş yavaş gelmeye başladı. Geniş aile olmak ve
bir eve sığmak onlar için biraz da kargaşaydı. Artan çocuk sayılarıyla epey
kalabalık bir aile olunmuştu.
Eve girer girmez kapısı kapalı odaları zorlayan, bir yerdeki eşyayı başka yerlere taşıyan, bir arada oyun oynamak yerine annelerinden telefon isteyen çocuklar görüyordu Pelin. Uzun zamandır bu ortamda bulunamıyordu üniversite sınavına hazırlandığı için. Çocukların hareketlerine şaşkınlığı bu yüzdendi.
Bir yandan yemek hazırlığı
yapıyordu Esra, bir yandan da evi toplamaya çalışıyordu. İşten döndükten sonra
evde tatlı bir telaşı olurdu. Hızlıca birkaç çeşit yemek çıkartmaya çalışırdı.
O gün de öyle yapmıştı, o yoğunluğunun arasında çaldı telefonu. Müdürü
arıyordu, mesai saati sona ermişti ama esnek çalıştığı için alışıktı bu
durumlara. Bir yandan çorbayı karıştırıp bir yandan telefonu açtı. Klasik bir
giriş sohbetinin ardından müdürü ona kendisiyle ilgili önemli bir durum
olduğunu ve bir üstlerine de konunun aktarıldığını, yakında konuyla alakalı
çağırılabileceğini, çıkarı uğruna birtakım hatalı işler yaptığı iddialarının
ortalarda dolaştığını söyledi. Müdürü Esra’nın iyi niyetli olduğuna inandığını
ve onu korumak için bu konuşmayı yaptığını söylüyordu ama Esra’nın verdiği
cevapları da dinlemiyordu. Başına iş alırsın, hakkında soruşturma başlatılır, sen
dikkat et gibi cümleler söyleyip telefonu kapatmıştı.
Olduğu yerde kalakaldı Esra. Yemeklerin
birinden yanık kokusu geliyordu. Eli ayağına dolanmıştı. Ne yapacağını bilemez
durumdaydı. Güçlükle yutkunuyor, vücudunu saran alevin gözünden kulaklarından
çıktığını hissediyordu.
Oturduğu yerden kalkarken
yanındaki iskemleden tutundu. Bir “Ah!” çekti ve doğruldu. Sadece bir iki sokak
yürümüş, bir çay molası vermek istemişti. Bu sıralar yürürken nefes nefese de
kalmaya başlamıştı. Evden markete gitmeye üşenir hale gelmek de ne demekti?
Henüz 35 yaşına yeni basmıştı. Yaşıtları çocuklarının peşinde enerjik
koştururken o durduğu yerde yorulmayı nasıl başarıyordu ki? Sabahları yataktan
kalkmak hiç bu kadar zor gelmemişti. Günlük rutinini yaparken bile
zorlanıyordu. İşten gelip yatağına uzandı ve önceden notlar aldığı ajandalardan
birini eline aldı. İki sene önce hedeflerini yazmıştı. Ah, ne de güzel
hedeflerdi bunlar! Düzenli spor alışkanlığı, kilo vermek, sağlıklı yemek, kitap
okumak gibi şeylerdi. Diğer senelerden hiçbir farkı yoktu. Bu sene de benzerdi
hedefleri.
İlhan çok iyi bir üniversitede alanında bilinen saygın hocalardan müzik eğitimi almış, önemli korolarda çalışmış görev almış bir müzik öğretmeniydi. Atandığı okulda çoğunlukla öğrencilerini özel günler için müzik korolarına kendi hazırlıyordu. İlhan yine bir özel gün için koro hazırlığı yaparken çalışmaları dinleyen arkadaşlarından biri müziğinde fazla tekrarlar olduğu için müzik dinleyenlerin sıkılabileceğini söyledi. Tarih öğretmeni ise müziklerinin hazırlandıkları özel gün için güncel olmadığını, kendisinin alanı olduğu için isterse ona yardımcı olabileceğini söyledi.
Repertuar hazırladığı alan gerçekten de kendi branşı değildi ama ona tavsiye veren, eleştiren herkesin ona gıcık olduğunu, onu çekemediği için bunları yaptıklarını düşünüyordu. Müzik ile ilgili eleştirilerden sanki şahsıyla ilgili bir eleştiri yapılmış gibi rahatsız oluyordu İlhan.
O gün yine restoranın
mutfağında büyük bir koşuşturmaca vardı. Kemal'in restoranı beğenilen ve çok
tercih edilen bir yerdi. Ama o gün bunun üzerine bir de yemeklerini
değerlendirecek olan ve fikrine çok önem verdiği bir şefi konuk edecekti.
Dolayısıyla heyecanı kaçınılmazdı. Gelecek olan misafirin dünya çapında adını
duyurmuş olması Kemal'in de bilinirliğini artırabilecek bir şey olacaktı.
Heyecanı biraz da bu yüzdendi.
Bir yandan kendisini
sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da iyi iş ortaya çıkarmaya çalışıyordu.
İçten içe kendisiyle konuşmaya başlamıştı:
“Kemal sen zaten bunca zamandır tercih edilen ürünler ortaya
koyuyorsun.”
“Özellikle sosların ne kadar beğenildi, ününü duymayan kalmadı.”
“Sen ortaya koyduğun gelişimi devam ettir, sakin ol…”
“Şu memlekete de ne tatları sevdirdin…”
“Hadi ama!...”
“Beğenilmese ne olur, hatta eksik yanların varsa bilip geliştirmek istemez misin?...”
Uzun süren kış ayları bitmiş gökyüzünü örten karabulutlar
gitmişti yerini masmavi gökyüzüne bırakmıştı. Ağaçlar yeşil yapraklarla, çiçeklerle süslenmişti. Her şey ilkbaharın geldiğini haber veriyordu. Ayşe yeşil
yumuşak çimenlerin üzerine oturmuş gözlerinden birbiri ardı sıra dökülen
yaşları arasında düşünüyordu. Doğa için yeniden bir doğum başlamıştı yeni bir
doğum her yeni doğum insana ne güzel hissettirirdi yeni başlangıçlar yeni
umutlar…
“Doğa için yeni bir doğum anneannem için kara kış.” dedi
kendi kendine...
İnsanın hayatı da mevsimler gibiydi bazen ilkbahar bazen de
kara kış...
Mevsim ilkbahar bizde, karakış zorlu soğuk en çok da ananem için..
Uzun zaman sonra bir yolculuğa çıkmıştı Eda. Otobüs
yolculuklarını severdi, yıllar önceki halini anımsatırdı ona, üniversiteyi
kazandıktan sonra İstanbul’dan evine otobüs ile gidip gelirdi. Nasıl da
geçmişti yıllar, camdan dışarı bakarken geçip giden görüntüler, aynı
hayatındaki yaşanmışlıklar gibiydi.
Okuldan sonra, işe girmiş, evlenmiş, çocukları olmuştu bu şehirde. Hayatını düşününce çok şeyler başarmıştı ama çok da mutlu hissedemiyordu kendisini.
Neden diye düşündü, neden kırgındı içi?
Neden bu kadar çabalamasına rağmen iyi hissedemiyordu?
Evlenir evlenmez baskılar başlamıştı. Çocuk da çocuk, çocuk da çocuk. Zaten işleri başından aşkındı. Ev hanımı olmak için evlenmemişti ki. Yemek yapmak onun tarzı değildi. Tezgâhın üzerinden bulaşık hiç eksilmiyordu. Zücaciye rafı gibi dizilmişti bardaklar. Her çeşit mevcut, batan geminin malları bunlar. Çamaşırlar yıkanıyor, uzun bir süre çamaşırlıkta asılı kalıyor. İhtiyaç halinde oradan alıyorlardı.
Yine oflayarak attı yorganı üzerinden Leyla...
‘’Of deme! af de!’’ derdi rahmetli babaannesi. Ona da “of
babaanne ya” derdi hep. Yine geç kalmıştı işe hep azar işitiyordu patronundan,
işlerde gecikiyordu sonra akşam geç çıkmak zorunda kalıyordu. İşlerini erken
bitirdiği zamanlarda ise arkadaşları bir yerlere davet ediyor onlara da hayır
diyemiyor gece 12:00’a kadar evin yolunu zar zor anca bulabiliyordu.
Çok sıkılmıştı artık bu böyle nereye kadar diye düşündü bir şeyler yapmalıydı ama ne? Nasıl?
“Ramazan niye otuz gün daha uzun olmalıydı.” diye geçirdi
aklından ve güldü kendi kendine Aylin. İftar sofrası o kadar çok hoşuna
gidiyordu ki. Evet evet doğru! Yemeği değil iftar sofrası hazırlamayı özlüyordu
gün boyunca bu yüzden ezanı sabırsızlıkla beklerdi. Hatta sonlara doğru o kadar
pratikleşiyordu ki ustalık eseri masalar hazırlıyordu adeta. Neredeyse ayın
tamamına yakın evinde misafir eksik olmazdı. Bayılıyordu arkadaşlarını
ağırlamayı, akrabalarını misafir etmeyi, çocukları doyurmayı, onlara minik sürprizler
yapmayı. Arka planda evini temizlemek, yemekler yapmak ve gelen misafire göre
menü hazırlamak da vardı tabi, çok hoşuna gidiyordu. Sohbet sırasında tatlı,
çekirdek ve tabi ki kırmızı çizgisi olmazsa olmazı çay. Çay, tek özlediği şey
oruçlu iken. İnsan açken yiyeceği şeyleri düşünür ama tek lokma aldığında tüm
hevesi geçerdi. Ağzına ne atarsa atsın tatlı gelirdi. Demek ki açlığı
arttırınca insanın yediği şeyin de kıymeti artar. Ne kadar bolluk içinde
olduğunu hatırladı ve haline şükretti. “Verilen her bir imkana her lokmaya her
nefese şükürler olsun.” dedi.
Rıhtımlar dolup boşalıyor,
Otobüsler posta posta yolcu taşıyor,
İnsanlar değişiyor da yol sabit kalıyor
Göç hiç bitmiyor.
Peki, nedir geriye kalan?
Sırtlarken amacını
Sayısız kapıyı çalıyor
Kimi tebessümle açıyor
Kimi oralı bile olmuyor
Peki, nedir geriye kalan?
Faydası neydi bu dünyaya?
Tüm kinlerini seriyor masaya
Vedalarını sona bırakıyor
Peki, nedir geriye kalan?
Bir odun ateşinden gelen çıtırtılar gibi rahatlatan kuş sesleri,
Çıktığım yürüyüşte sıklaşan adımlarım, hızlanan nefesim,
Bizim sokağa gelince sadece fırından gelen mis gibi kokular...
Beraber bir takım olmuşlar. Beraber bir anı kutusu olmuşlar.
Her yaz olduğu gibi bu yaz da
çiftlikte geçirmeye karar vermişlerdi. Çiftlikte hayat başka akıyordu. Sabah
günün ilk ışıkları ile uyanmak hiç de zor değildi. Sessizlik içinde bile hayatın
kendine has bir ritmi vardı. Gün, dağların ardından aydınlanırken modacıların
kullandığı o “çabasız şıklık” tabiri gibiydi her yer. Yormayan, dingin ve göz
alıcı. Kuşlar sakin ve mutlu. Ağaçların yaprakları bile esneme hareketi ile
güne başlıyordu adeta. Geceden hafif bir nem ile yer yüzü adeta yüzünü
yıkıyordu. Çiftlikte hayat şehirden çok başka başlıyordu. Ne kadar yorgun
yatarsan yat hep dinç ve dinlenmiş uyanıyordu insan.
Hayat çiftlikte hep hareket
halinde geçmesine rağmen, zihinsel bir dinginlik hep oluyordu. Neydi peki
insanı bu şekilde dinç ve dinamik yapan, huzurlu hissettiren?
Bir zamanlar, zamanın koşuşturmacası içinde boğulduğumu hissettiğim bir zaman dilimindeydim. Her gün, saatler dakikalar gibi eriyip gidiyordu ve ben bir türlü yetişemiyordum. Zamanı yönetmek, sanki elimden kayıp giden ince kumları tutmaya çalışmak gibiydi; ne zaman bir şeyleri toparlamaya çalışsam, daha fazla yapmam gereken şey ekleniyordu.
Günlerimin çoğunu, bir şeylere yetişememekle ve zamanı
kontrol edememekle geçiriyordum. İşlerim, ödevlerim, randevularım... Hepsi bir
araya gelmiş, beni adeta bir zaman labirentinin içine hapsetmişlerdi.
Zamanla yarışıyordum, ama her seferinde geride kalıyordum.
Kuş cıvıltılarıyla süslenen ılık bir Nisan sabahıydı. İçinde bir sıkıntı ile yataktan kalkmış ve kendisini balkonuna atıvermişti. Yeşil ile gökyüzünün uyumuna hayranlıkla bakıp içini rahatlatmaya çalıştı. Son zamanlarda bu geniş yeryüzünde payına sıkışmışlık ve boğulma hissi düşmüştü.
Sabahın bir vakti öpmeden, sarılmadan geride bıraktığı eşi geldi aklına. İşte yine aynı his…
Ne oluyordu, aynı evde iki yabancı gibi olmuşlardı. Bunu
düzeltmek yerine de sürekli anı kurtaracak geçici çözümler ile günlerini
geçiriyordu. Artık böyle devam etmesini istemiyordu. Kendisindeki olumsuz
değişiklikler canını sıkıyordu. Her sabah neşe ile kalkan, evi ile
ilgilenmekten keyif alan, çalışmadan duramayan o hareketli kız gitmiş yerine
içinde bulunduğu can sıkıntısını gidermek için sürekli televizyon izleyen,
elinden telefon düşmeyen hareketsiz bir kız gelmişti.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Develer berber iken,
Pireler tellal iken,
Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken,
Çok uzak diyarlardan birinde güzeller güzeli bir prenses yaşarmış. Güzel
prenses kötü kalpli cadı tarafından esir alınmış ve bir türlü kurtulamıyormuş.
E tabi bu uzak diyarda bir de yakışıklı mı yakışıklı beyaz atlı prens varmış.
Haberi alınca, hemen düşmüş yollara…
Prensesi kurtarmak için atlamış beyaz atına, sürmüş dörtnala…
Cadının şatosuna varmış, prensesi kurtarmış.
Velhasıl kelam onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Öğleye doğru annesi yaptığı yemekleri sefer tasına koydu ve Ahmet'e "Oğlum hadi bu yemekleri babana götür." dedi. Ahmet beş yaşındaydı. Her gün annesinin yaptığı yemeği babasının ayakkabı tamirhanesinin de bulunduğu Arasta'ya götürürdü. Yaşıtlarına göre küçük ve zayıftı ama güler yüzlü ve sempatikliği ile Arasta esnafının sevgisini kazanmıştı. Adeta Arasta esnafının maskotu olmuştu. Terzi Ali "Ahmet şu telayı yıka, telayı as." dediğinde hemen söylenileni yapıyordu. Terzi dükkânının yanında Köfteci Hüseyin'in dükkânı vardı. Köfteci Hüseyin; Ahmet şu siparişi falanca kişiye götür." dediğinde zayıf bacaklarına rağmen koşarak siparişi yerine götürüyordu. Esnaf da Ahmet'e harçlık verirdi. Ahmet o paraları annesine götürür, sonra ihtiyacı neyse annesi Ahmet'e onu alırdı.
Sabahın ışıkları odayı aydınlatmaya başlarken, Dilek
gözlerini kısarak açtı, kalktı ve pencereye doğru yaklaştı. Gördüğü manzaradan
mutlu bir şekilde, yaşasın bugün hafta sonu dedi. Tüm hafta aralıksız çalışmış,
üstelik de mesaiye kalmıştı. Hafta sonundan beklentisi yüksekti. Sadece
dinlenecek, arkadaşları ve ailesiyle güzel bir vakit geçirecekti; en azından
kafasındaki plan bu şekildeydi. Her şeyi detaylıca planladı, arkadaşlarını da
arayıp haber verdi. Gönül huzuru ile, mutfağa doğru yöneldi. Yüzünde sebepsiz
bir tebessümle içeri girdiğinde, annesini mutfakta telaş içinde gördü.
Eve dönüş yolunda hala kafasında, kafede konuştukları dönüyordu. Uzun zamandan sonra ilk defa bir araya gelmişti arkadaşlarıyla. İşten güçten zaman kalmıyordu artık hiçbir şeye. Ne iyi gelmişti konuşmak. En son ne zaman böyle zihin açıçı konuşma yapmıştı ki? Arabayı eşi kullanıyordu. O da telefona bakar gibi yapıyordu ama içi içini yiyordu. Evet ya! O da diğerleri gibi hiç merak edip sormamıştı neden aşıdan sonra yıkanmıyoruz diye? Bir de körü körüne inanmamakla övünürdü. Meğer artık hiç geçerli değilmiş, yoksa hiç mi geçerli olmamıştı. Küçücük bir cümle kumdan kale gibi yıkmıştı kendi ile ilgili imgesini. Acıyla gülümsedi; nasıl da ciddiyetle uymuştu böyle kurallara. Eşi ile kavga bile etmişti.
-Doktor söyledi 2 gün yıkamayacağız, su bile değmemeli çok önemli.
Kantinin kafeteryası terastaydı ve güneş batışıyla birlikte kahvesini yudumluyordu. Birçok konuşmalar vardı arka planda ama hepsi filtreli gibiydi. Güneşin batışını birlikte seyrettiğim ne kadar da canlı var diye düşündü. Sosyal medyada gezinirken karşısına çıkmıştı bu söz; “Bir ağacın dallarının gözünden seyredebildiğinde güneşin doğuşunu ya da batışını bencilikten kurtuluyorsun demektir… İlişki kurmayı hak ediyorsun demektir… Sen olmayanların da hakkı var olduğunu anlayabildiğinde ve onların gözünden hayata bakabildiğinde ilişki kurmaya hazırsın.” Gerçekten de başkasının gözünden bakıyor muydum ilişkilerime?
Kaygıyla başa çıkmakta kullandığımız bir yöntem: Kontrol altına almaya çalışmak. Ancak böylece başımıza geleceklerden, sonuçlardan emin olabileceğimizi düşünürüz. İşlerin kontrol altında olması; olumsuz bir durumla karşılaşmayacağımızı, her şeyin yolunda gittiği hissini garantiler bir nevi. Hani, çoğumuz yaparız ya:
Mehmet bir hışımla odaya girdi. Yine bir şeylere sinirlenmişti. Çalışma arkadaşı “Hayırdır yine noldu?” der gibi bakıyordu. Eskiden Mehmet'in bu hallerine şaşırır, onu sakinleştirmeye çalışırdı. Ama aylar içinde artık alışmıştı, Mehmet'i böyle kabul etmeye başlamıştı. İşini iyi yapan biriydi Mehmet. Çalışma disiplini, özverisi, süreci takibi, kendini geliştirmesi hep övgü alan özellikleriydi. Ama kendisi bu kadar uğraşırken diğer mesai arkadaşlarının hatalarına ya da gevşek davranmalarına dayanamıyordu. Böyle bir durumla karşılaştığında hemen uyarmaya başlıyor, devam ettikçe de sürekli olarak serzenişte bulunuyordu.
İşte bu da o günlerden biriydi…
Esra her sabah olduğu gibi erkenden kalkmış, işe gitmeden önce yürüyüşünü yapıyordu. Kafasında bugün yapacağı toplantılar, akşam için pişireceği yemek ve yıkanacak çamaşırlar vardı.
“Her şeye tek başıma yetişmeye çalışıyorum. Ama yine de kimseyi mutlu edemiyorum. Kimseye yaranamıyorum. İş yerinde müdürlerim, elemanlarım, evde eşim, çocuklarım, hatta arkadaşlarım bile… Bu kadar koşturmama rağmen kimseden bir teşekkür alamıyorum. Yokluğumda ise sanki herkes bayram havasında. Yoruldum artık… Bu kadar mı itici bir insanım ben?”
Füsun gerçekten kendini çok yorgun hissediyordu. Yetişemediği bir hayatı vardı. Hep yarım kalan, hep eksikleri olan bir hayatı… “Oysa annem biraz çocuklarıma destek olsa bu kadar zor olmazdı hayat benim için” diye düşünüyordu. “Kayınvalidem de iki kap yemek yapıp bıraksa her gün ne vardı sanki...” Ama ikisi de yaşlandıklarını bahane edip kaçıyorlardı işlerden. Zeynep ablaya ise istediği parayı vermeye hazırdı. Yeter ki her gün eve düzenli gelsin, temizliği düzgün yapsın. Ama onda da her gün başka bir bahane. Peki yöneticisi Kenan Bey’ e ne demeliydi? İki küçük çocuğu olduğunu biliyordu. Bunu bile bile neden mesailere kalmasını istiyordu ki. Bunun altında art niyetten başka bir şey olamazdı. Ah hele ofis arkadaşı Nazan... Ondaki bencilliği en baştan hissetmişti Füsun. Ne kadar yoğun çalıştığını görüyordu, aylık raporları hep o yapsa ne olurdu ki sanki? Eşine ise diyecek bir şey bulamıyordu. En çok da o yardım etmeli değil miydi? Ama o da hep işlerinin yoğunluğundan, uzun mesailerden bahsedip duruyordu. Hani hayat müşterekti?
Akşam işten gelmiş annesinin hazırladığı sofraya oturuvermişti Aylin. Annesinin yaptığı güzel yemeklerle karnını bir güzel doyurmuştu. Şimdi de önündeki tatlıyla bakışmaya başlamıştı. Annesi de çok güzel yemekler yapardı. Bu konuda kimsenin eline su dökemeyeceği bir kadındı ama ah şu dırdırı olmasa… Ev ahalisi genel anlamıyla evde çok bir şeye karışmazdı. Babası yemekten sonra televizyonun karşısına geçerdi. Ergen kardeşi odasından neredeyse hiç çıkmazdı. Aylin de ya arkadaşlarıyla buluşur ya da evdeyse kendi halinde vakit geçirirdi. Gün içinde temizlik anne tarafından yapılır, çamaşırlar yıkanır, yemek hazırlanır, evde pek yapılacak bir şey kalmazdı. Herkes bu duruma alışmıştı. Annesi hem evin tüm yükünü alır hem de sürekli şikayet etmekten geri durmazdı.
Sınav salonunda heyecan doruktaydı. Öğrenciler tedirgin şekilde sınav katılımcı formlarını dolduruyorlardı… Aralarında “Dün gece hiç uyumadım, sabaha kadar çalıştım.” diyen de vardı. “Ay vallahi hiç bakmadan geldim, ne çıkarsa bahtımıza!” diyen de vardı. Elif sırasını beklerken etrafını izliyordu. İki dirhem bir çekirdek giyip süslenenler… Okunmuş şeker yedim de geldim diyenler… Öğrendikleri bilgiye güvenen ama kendi performansından tedirgin öğrenciler… Sınav görevlisi sırası geleni tek tek içeriye alıyordu. İçeriye girenlerin kimisinin dilinde dualar vardı, sessizce kıpırdayan dudaklarından belli oluyordu. Kimisi kendisini sınava hazırlayan hocasına kaygı dolu bakışlar atıyordu. Kimisi kendinden çok emindi. Kimisi ise sınavı pek önemsemiyor, bitse de gitsek havasında takılıyordu.
Bir kafede oturmuş iş arkadaşlarıyla kahve içiyordu Yağmur. Her zamanki gibi sabahtan toplantılarını halletmişler, biraz kafa dağıtmak için öğle molasında en sevdikleri kafede buluşmak için sözleşmişlerdi. Aynı mekân, aynı insanlar, aynı konuşmalar dönüyordu. Ama Yağmur’un içi bugün her zamankine göre daha huzursuzdu... Arkadaşları halden anlamayan yöneticileri hakkında atıp tutuyorlardı. “Yok, efendim oturduğu yerden para kazanıyormuş da zaten o unvanı hak etmiyormuş da...” Haklı oldukları noktalar vardı elbet. Ama işe yeni başlayan, henüz çok tecrübesiz olan Hasan adlı gençten dalga geçerek bahsetmeleri canını sıkmıştı. “Ayyy gördünüz mü resmen bir işi başaramadı!” “Böylelerini niye alıyorlar işe anlamıyorum!” “Hem de devlet üniversitesinden mezunmuş, ailesi de memurmuş... Ne günlere kaldık!” Çocuğun eksikleriyle alay ettikleri cümleler havada uçuşuyordu. Neredeyse herkes hakkında olumsuz bir şeyler söylüyorlar, kimsenin ortaya koyduğu işten, başarıdan ise hiç söz etmiyorlardı.
Sabah saat sekizdi. Eşinin işe gitmek için kurduğu alarm çalıyordu. Ama Nevzat bir türlü uyanamıyordu. Aslı o esnada mutfakta kahvaltıyı hazırlamakla meşguldü. Alarmın sesini duyuyor ama hiç oralı olmuyordu. Alarm sesi susmayınca kahvaltıyı hazırlamayı bıraktı. Bir hışımla yatak odasına girdi. Avazı çıktığı kadar “Uyaaaan! Seni uyandırma işini de mi ben yapayım. İşe geç kaldın yine. Yeter artık her sabah aynı şey. Çalışmak mı istemiyorsun, anlamadım ki?” diye bağırdı. Sonra söylenerek mutfağa geçti. Eşi yataktan kalkmış ağrılarının olduğunu söylüyordu. “Of ne kadar da zormuş evli olmak! Birinin derdi bitiyor, diğerininki başlıyor.” diye iç geçirdi Aslı... Evleneli daha bir yıl olmuştu ama sanki yirmi yıldır evliymiş ve bu hayatı yaşamak zorunda kalmış gibi hissediyordu.
Hangi hayatı mı? Bir yıllık yepyeni hayatını.. Tazecik gelin, yeni evli sayılırdı ama hissettiği kesinlikle öyle değildi. Bir tarafta uyanmak bilmeyen, saatlerini yatakta geçiren bir koca, diğer taraftan susmak bilmeyen bir elti… Dahası da var ama bunlar büyük başlar. En babaları.
Zaman durmuştu. Musluktan damlayan su damlası sanki havada asılı duruyordu. Aslı kendini banyoda klozetin kapağına oturmuş ağlarken buldu. Ne oldu da ben bu duruma geldim diye düşünüyordu. Çocukluğunda çok neşeli ve başarılı bir çocuktu. Ailenin en büyük çocuğu ve ilk torunuydu. Bu nedenle çok ilgi ve sevgi görüyordu. Gördüğü bu ilgi ve sevginin karşılığını da söz dinleyen bir çocuk olarak okul başarıları ile fazlasıyla veriyordu. Aile büyükleri de öğretmenleri de hep çalışkanlığını ve terbiyesini övüyordu Aslı’nın. Bu ilgi, sevgi ve takdirleri almak tabi ki onun da çok hoşuna gidiyordu.
Sabah uykusunun en tatlı yerinde kapı çaldı. Gözlerini ovuşturup açana kadar çalmaya devam etti. Tam çocukları büyüttüm, herkes yerini yurdunu buldu derken sıfırdan çocuk büyütmeye başlamıştı. Uyku çok tatlıydı ama torun uykudan bile tatlı gelmişti. Bir de muzurluk yapıp yapıp o iki dişiyle sırıtması yok muydu, unutturuyordu tüm afacanlıklarını. O sabah da yine torun denilen paketi teslim almış, kahvaltısını yaptırmış, biraz oynamışlar sonra da altını değiştirmiş, kucağında sallamıştı. Minik biraz mızmızlandıktan sonra tatlı tatlı uykuya dalmıştı. Yıldız da mutfağa geçip o günün yemeğini hazırlamaya başlamıştı. Soğanları doğrarken yanan gözlerini sildi burnunu çeke çeke. Kaç yıllık ev hanımıydı hala şu soğan doğrama işi gözlerini zorluyordu. O esnada yine kapı çaldı. Gelen alt komşusuydu.
Ev halkı beyaz bembeyaz bir sabaha uyanmıştı. Koşup pencereden baktı çocuklar. “Anne ne olur çıkıp beş dakika oynayalım!” dediler. Anneleri “Tamam, çıkın madem. Ama geç kalmayın. Birazdan kahvaltı yapacağız.” dedi. Kar yağan her kış sabahı gibi bir gündü. Sanki hep böyle devam edecek gibiydi. Sevim, kahvaltıyı hazırlarken bir taraftan da pencereden çocukları düşünceli düşünceli izliyordu. Büyük kızı haşlanmış yumurtayı severdi. Küçük kızı ise sahanda yumurtayı. Eşi ise salçalı omleti tercih ederdi. Hepsi için ayrı ayrı yumurtaları hazırladı. Ekmekleri de birbirinden farklı şekilde kızarmasını istiyorlardı. Birisi çok kıtır, ötekisi hafif ısıtılmış severdi. Sevim’in zamanının çoğu mutfakta geçiyordu. Çünkü ailenin tüm bireyleri yemeklerini birbirinden farklı tarzda olmasını istiyordu. Bir çorbayı bile üç farklı şekilde yapardı ki evdekiler aç kalmasın.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi Seminerleri Hakkında Düşüncelerim Bu hayatta her insan mutlu ve başarılı olmak ister… Bunun için, Sevdiği insan...