ESKİ RAMAZANLAR
Herkesin dilinde aynı cümle dolanıyordu. “Nerede o eski Ramazan’lar.” Sahi neredeydi o eski Ramazan’lar, nereye kaçıp saklanmıştı? Değişen Ramazan mıydı, yoksa bizim Ramazan’a olan bakış açımız mıydı?
Sokakta cami minaresinde yazan “On
bir ayın sultanı” yazısını okuyarak bunları düşündü Kübra. Geçmişteki Ramazan’ların
ve şimdiki Ramazan’ların arasındaki fark neydi? Çocukken nasıl da mutlu olurdu
Ramazan’ın gelişine. Annesi inekten sağdığı sütle en sevdiği yumuşak peyniri
yapardı. Of, bir de soba üstünde ısıtılan pideler! Bir de üzerine o sevdiği
peyniri sürünce lezzetli mi lezzetli olur.
Bir de abisinin Ramazan davulcusu olma hikayesi vardı tabii. Bazı sahur vakitlerinde abisinin peşine takılıp mahalleyi uyandırmak çok eğlenceli gelirdi. Kübra’nın ısrarlarına dayanamayan abisi arada Kübra’nın da davul çalmasına izin verirdi. Kışa denk gelen Ramazan’ın tabi sahur vakitleri de soğuk olurdu. Ama ona rağmen Kübra kat kat giyinip abisinin peşine takılırdı.
Annesinin sadece iftara özel yaptığı patates kavurması Kübra’nın favori yemeğiydi. Ve nedense sadece Ramazan’da yapardı annesi, sanki diğer zamanlarda o yemeği yapmak yasakmış gibi. İftara davet edilen misafirler ve o misafirlerle edilen sohbetlerin tadı bir başkaydı. Sonrasında da teravihin koşturmacası vardı. Annesinin başörtülerini takmak çok hoşuna giderdi Kübra’nın. Teravihe gittikleri zaman çok da namaz kılmazlardı ama o cami içinde mahallenin çocuklarıyla koşturmaları çok güzeldi. O caminin kokusunu, tespihleri bir yerde toplayışları, kıkır kıkır gülüşmeleri, her dakika başörtülerini düzeltmeye çalışmaları sanki daha dün gibiydi.
Ah, tabi bir de bayram hazırlığı vardı! Birkaç komşu toplanıp baklava açılırdı ve hep ceviz kırma işi çocuk olarak Kübra’lardaydı. Kübra ceviz ayıklamayı hiç sevmezdi ama o ortamın güzelliğinden buna katlanırdı. Tepsi tepsi baklavalar yapılırdı, tencere tencere yemekler. Bayramda bayramlaşmaya gelen herkes muhakkak tok da olsa bir şeyler yedirilerek yollanırdı. Ve arefe günü akşam bayrama hazırlık vardı. Kıyafetler muhakkak yatağın başucuna konulurdu, alınan ayakkabı da kıyafetlerin yanına. Saçlar kıvırcık olsun diye akşamdan tek tek örülürdü. Tabii Kübra’nın saçlarının kıvırcık olma hayali pek de istediği gibi sonuçlanmazdı. O saçlarının lüle lüle olacağını düşünürken sabah örgüleri çözdüğünde saçları elektrik çarpmış gibi kabarırdı. Bir de şeker toplayacakları poşetlerini hazırlarlardı. Mahallede kimin şekeri kimin çikolatası daha iyiyse ilk önce o eve gidilirdi.
Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle o günleri hatırladı. Ve yine ağzından aynı cümle döküldü “Nerede o eski Ramazan’lar, nerede o eski bayramlar.” Aslında her şey aynıydı. Ramazan da aynıydı, bayram da aynıydı. Sadece geçmişte imkansızlıklardan kaynaklı her şey daha tatlı geliyordu. Şu an dolaplar dolu dolu kıyafet olduğu için, kaseler dolu dolu şeker olduğu için, istenildiği zaman kuaföre gidilebildiği için fazla imkanlardan kaynaklı alınan tat azalmıştı.
O zaman her şeye sahip olmak, eksiksiz bir hayatımızın olması bizim mutlu olmamıza sebep midir? Yoksa daha az imkana sahip olup istediğimiz şeylere ulaştığımızda kendimizi daha mı mutlu hissederiz?
Şeker tadında bir bayram olsun
inşallah…
***
Deneyimsel Tasarım Öğretisi, geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, geleceğimizi tasarlamaya yönelik stratejiler üreten bir bilgi topluluğudur.
İnsanın daha mutlu, daha başarılı, daha iyi ilişkilerinin olması için yöntemler sunar.
"Kim Kimdir", "İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" Programları ile bu amaca katkı sağlar.
Deneyimsel Tasarım Öğretisinde anlatılan tüm bilgiler, gerçek bilgiler olup, tüm zamanlar, tüm konular ve tüm insanlar için geçerlidir.
***
Nerede o eski Ramazanlar. Ağzına sağlık hocam. Aklıma hep bayram için alınan o yeşil ayakkabı gelir, en çok da çıkardigi tak tak sesi hoşuma giderdi. :) insan çok özlüyor,. eskiyi mi eski bizi mi?
YanıtlaSil